Terry Gilliam’ın ağzından Sıfır Teorisi
< açıları hemen yakalıyordu. Kurgunun gerçekten yaratıcı bir sürece dönüşmesini de bu sağladı bence…
Düşük bir bütçeyle çalıştınız. Bu durum prodüksiyon sürecini nasıl etkiledi?
Bir problemdi. Bizi zorladı. Her şey. Bir kabustu. Çünkü zaman ve para, filmde ihtiyacınız olan şeyler… Bunu yaparken sürekli bazı fedakarlıklarda bulunmak durumunda kaldık. Bazıları çok ilginç fedakarlıklardı. Kostümleri yapan Carlo Poggioli’nun hiç parası yoktu. Bükreş’in hemen dışında bir Çin pazarı buldu. Kumaşları, malzemeleri oradan aldı. O kadar ucuz bir pazardı ki metre ölçüsüyle değil kiloyla alışveriş yapılıyordu! Matt Damon’ın kostümleri giymek için berbat. Çünkü tamamen polyester ve elyaftan… Bu kıyafetler içinde korkunç terliyordu. Ama motif ve modeller üzerinde inanılmaz oynayabiliyorduk. Sokakta pek çok insan plastik masa örtüleri ya da duş perdelerinden yapılmış kıyafetler giyiyor. Biz de bu tür kostümler yaptık. Daha fazla paramız olsaydı bunu yapmazdık. Daha geleneksel bir şeyler yapardık. Ama işin ilginçliği de burada. Yapmaya mecbur kalmak. Sokak sahnelerinde Renault bize 50 minik Twizy verdi ama bununla yeterli trafiği yaratamadık. Stüdyo içi ulaşımda kullanılan golf arabaları vardı. “Bunları da istiyorum!” dedim. Yanlarına panel yapıp taksiye dönüştürdük.
Görsel yeteneğiyle tanınan bir yönetmensiniz. Hiç 3D çekmeyi düşündünüz mü?
Asla. Asla 3D! Gerçek dünya 3D’dir. Sinema 2D’dir. 3D çok daha maliyetli ve filme o kadar da fayda sağladığını düşünmüyorum. “Gravity”yi henüz izlemedim ama herkes “Gravity”nin 3D’de gerçekten güzel olduğunu söylüyor. Ben 3D sevmiyorum çünkü onda hiç ‘beyaz renk’ yok. Gözlüğü taktığınız an, dünyadaki tüm beyazı yok etmiş oluyorsunuz. Orada sadece gri gökyüzü var. Bunu yapınca, kontrastı düşürmüş oluyorsunuz. Boşluklar azalıyor. Mekanik açıdan 3D elde ediyorsunuz ama görüntü açısından bazen tuhaf bir şekilde 2D’den bile daha düz oluyor. Yaptığım her şey, daha özgür olabilmek için daha az parayla film çekme amaçlı. Para arttıkça özgürlük azalır. Ben özgürlük istiyorum.
İyi bir görüntü yönetmeni partner bulmanın, iyi bir eş bulmaktan zor olduğu söylenir. Nicola Pecorini’yle ilişkinizin nasıl geliştiğini anlatır mısınız?
Ah, ilginç. 40 yıldır evliyim ama Nicola’yla yaklaşık 15 yıldır beraberim! Nicola’yla oyunumuzu basitçe şöyle tarif edeyim: Ben Don Kişot’um, o Sanço Panza… Nicola inanılmazdır. Sözünü esirgemez. Ne düşünüyorsa söyler. Tehlikeli birisi ve iyi anlaşıyoruz. Ama çok kavga ederiz. Çoğunlukla haklı çıkan o oluyor ama sorun değil. Onun hızlı bir şekilde işleri hallettiğini bilirim. Önce o herkesi çılgına çevirir, ardından onun çıldırtamadığı kalan kişileri ben çılgına çeviririm! Nicola savaşçıdır. İstekleri için savaşır ve bu harika bir şey… Nicola gibi insanlarla bazı yönetmenler başa çıkamaz. Çünkü o, düşüncesini açıkça söylüyor ve ben bunu seviyorum.
Görünüşe bakılırsa bu projenin çok dostu var.
Oh evet, öyle olmalı zaten. Tasarımcı David Warren’la Parnassus’ta da çalışmıştık. Onu yıllar önceden, sanat öğrencisi olduğu günlerden beri tanıyorum. Carlo Poggioli’yle dostluğumuz “Munchausen”e kadar uzanıyor. Birkaç arkadaşınızın olması güzel bir şey… Yeni insanlarla da tanışmak istiyorum. Romanya’ya gelirken İtalya ve İngiltere’den beş kişi getirdim. Geriye kalan herkes Rumen ve bu harika bir şey… Yeni yetenekler keşfediyorsunuz. Avrupa’nın bu bölümünü, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Romanya civarını gitgide daha çok sevmeye başladım. Bu dünyada çok daha canlı bir şeyler var. Modern dünyanın kapitalizmi burada sadece 20 yıldır hüküm sürüyor. Farklı bir tarzları var.
Birinci ağızdan duymak isterim. “Sıfır Teorisi -The Zero Theorem” ne hakkında?
Her şey hakkında… Ya da hiçbir şey… İkisinden biri. Siz karar vereceksiniz. Ama film çok eğlenceli… Filmi yaparken ses departmanında çalışan bir genç vardı. “Açıklayabilir misin?” dedim. “Bilemiyorum. Çok sevdim ama bir yandan her şeyle ilgili, bir yandan hiçbir şeyle.” diye cevap verdi. Bence mükemmel bir tarif. Benim işim açıklamak değil. Ben filmi yaparım ve siz karar verirsiniz. Sorulacak sorular var ama cevapları bende değil. Ben hala filmin ne olduğu üzerine kafa yoruyorum. Ama sadece şunu biliyorum ki modern dünyada olup bitenleri ve insanların bu anlık iletişim ortamında sıkışıp kalmalarını temsil ediyor. Bundan kaçmak isteyen insanlar var. Bazıları yalnız kalmak istiyor. Ama bunu asla yapamıyorsunuz. Daima bir yerlere bağlısınız.
Sizce hikayede mutlu son söz konusu mu?
Bence öyle. İdeal bir mutlu son diyemem ama biraz açık bıraktık. Orijinal senaryoda, filmde kullanılan final haricinde üç farklı final daha vardı.
Onları da çektiniz mi?
Evet. Ve izleyince, “Bunlardan kurtulun!” dedim. Çünkü tamamen mutlu sondu. Sinemada sevilen türde, gerçek bir mutlu son… Bence kahramanı bir şeylerin kontrolünü elde tutacak şekilde, daha asil ve güçlü bırakmak daha ilginç oldu.
Bu sahneleri DVD’de görebilecek miyiz?
Asla! O sahneler yakıldı. O sonlardan birini finansörlerimiz, yapımcılarımız ve stüdyolar çok sevmişti. Ama “Hayır!” dedim. Fakat senarist Pat Rushin mutlu sonun kesmemden memnun kaldı. O da hiç sevmemişti. Film çekme sürecinde böyle şeyler olur. İnsanları para vermeye ikna etmelisiniz ve onlar bize para verdiler. Sonra biz bir şeyleri değiştirdik. Ben ancak tüm kontrol bendeyse film çekerim. Nihai montajı bizzat yapmalıyım. Bu tür münakaşalara girildiğinde, “Hayır, yapacağımız film budur!” diyebilmeyi isterim. Belki hatalarım olur ama benim hatalarımın onların hatalarından daha ilginç olduğunu bilirim. (gülüyor)
Eski filmlerinize dönüp “Ne düşünüyordum bunu yaparken?” der misiniz, yoksa tam aksine o dönemli halinizden etkilenir misiniz?
Açıkçası bazen o filmlere baktığımda bunları kim çekmiş diye düşündüğüm anlar oluyor. Çünkü artık o adam değilim. Bu kadar basit… Örneğin “Brazil”i çekerken yaptığım bazı seçimlere inanamıyorum. O zamanlar farklı bir insandım. “Bu şaşırtıcı! İyi bir çocuk! Ne oldu bu çocuğa?” (gülüyor)
“The Zero Theorem”in cast oluşum sürecini biraz anlatır mısınız?
Bu sefer çok kolay oldu. Gerçekten kolaydı. Christoph’la buluştuk, bir yemek yedik ve filmi yapmayı kabul etti. Çok iyi anlaştık ve bunda onun payı büyüktü. Normalde yaptıklarından çok farklı bir film… O benimle çalışmak istiyordu, ben de onunla. Çok basitti. Tilda Swinton’ı yıllardır tanıyordum. Birlikte hiçbir projede çalışmamıştık. Sadece bir gün için ona ihtiyacım vardı ve çekimler için bu yeterliydi. Harika oldu. Doktorlar Peter Stormare, Ben Wishsaw ve Sanjeev Bhaskar’la da çekimleri sadece bir günde bitirdik. Mélanie Thierry arkadaşım. Albert Dupontel Fransız bir aktör-yazar-yönetmen. Yeni filmi gerçekten çok iyi… Mélanie’yi Albert önerdi. Daha önce genelde ciddi rollerde oynamıştı. Onun için de eğlenceli bir değişiklik oldu. Matt Damon’ı aradım ve “Senin için bir rolüm var, dedim. “Tamam, varım,” dedi. “Senaryoyu okumak ister misin?” diye sordum. “Endişelenme. Geliyorum,” dedi. Böyle arkadaşlarınızın olması güzel bir şey…
Film çekme konusunda sizi teşvik eden esas itici güç nedir?
Bir şeyler yapmayı seviyorum. Çalışmak hoşuma gidiyor. Yani, bazen çalışmaktan nefret ettiğim de oluyor ama yapabildiğim bir şey. Bazen bir şeyleri arkanızda bırakıp, “Bir süredir buradaydım. Dünya hakkında bazı şeyler düşündüm. Fikirlerim işte bunlar,” demek istersiniz. Durum gerçekten böyle… Bir filme başlarken her seferinde dehşete düşerim çünkü korkunç olacağını bilirim. Ardından gerçek dünyaya, hayata dönmem gerekir. Hayat gerçekten sıkıcı ve yeniden film yapmak zorundayım.
Sıradaki projenizin ne olacağı belli mi?
“Don Kişot”u tekrar deneyeceğim. Sanırım 7’nci sefer olacak. Belki de 7 şanslı sayımızdır. Göreceğiz. Artık benim otomatik olarak döndüğüm bir başlangıç pozisyonu halini aldı. Açıkçası filmi yapıp kurtulmak istiyorum. Hayatımdan çıkarmak istiyorum. İyi mi kötü mü olacak, bilmiyorum. Tehlikeli olan şu ki, insanlar filmi bekliyor ve pek çoğunu hayal kırıklığına uğratabilirim.