Top hiç beklediğim taraftan gelmedi!
Albert Camus, yaşasaydı 100’üncü yaşını kutlayacaktı. Varoluşçuluğun önderi oldu, Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı. Hiçbir zaman tam anlaşılmadı.
Şöyle diyordu eski bir kaleci olan Albert Camus, “Hayata dair bildiğim her şeyi futboldan öğrendim, çünkü top hiç beklediğim taraftan gelmedi.” Hayat beklenmedikti, herhangi bir matematiksel şablona oturmuyordu. O yüzden öngörülmedikti. Üstelik “topu” da bırakmak zorunda kalmıştı, verem teşhisi sebebiyle.
Camus’un l. Dünya Savaşı’nın sonlarında (7 Kasım 1913) doğmuş olması, onda pek çok şeyi “soru” haline getirmişti şüphesiz. 20’li yaşlarının sonunda Hitler’le karşılaşmıştı siyaset sahnesinde. Cezayir’de doğan bir Fransız asıllı olarak birçok ikilem yaşamıştı. Ezen sınıfın vicdanlı üyesi olarak Fransızlarca fazla ‘muhalif’ görülmüş, Cezayirlilerce sevilmiş ama sıkça samimiyet sorgusuna maruz kalmıştı. Gençliğinde hem anarşist hem de sosyalist fraksiyonlarda yer almıştı. Bu ideolojilerin aktivist özelliği gereği, sanılanın aksine varoluşçuluktan anladığı pasifizm veya nihilizm değildi bu yüzden: kendisi her ne kadar “Ben ‘varoluşçu’ olarak görmüyorum kendimi” dese de.
Fransız direnişine katılmış ve “Combat” adlı gazete aracılığıyla makaleler yazmıştı. İlerleyen yıllarda Sovyetler’in Stalinist politikalarını reddetmesi üzerine, Sartre’ın da arasında bulunduğu yoldaşları onu dışlamıştı. Hayatın zorlukları, ideolojilerin çatışması ve başarısız aşklar… Böyle bir dünyada yaşayan biri “herhangi bir şeye” yüksek anlamlar yükleyebilir miydi? Şöyle diyordu bu konu için; “Arkamdan yürümeyin, size önderlik edemem. Önümden yürümeyin, size yetişemem. Yanımdan yürüyün ve arkadaşım olun. Mutluluğu arayarak asla mutlu olamazsınız, hayatının anlamının peşinde koşarak yaşayamazsınız. Özgür olmayan dünyayla başa çıkmanın tek yolu, kendi varoluşunuza tam anlamıyla isyan etmektir.”
Bu sözleri ve Camus’nün isyanı sıkça onun bir “nihilist” olduğu sanısını yaratmıştır. Oysaki Camus şu güzelim hayatın ve dünyanın bir kadının saç teli için yaşamaya değer olduğunu söyler her zaman… “Varoluşçuluk” felsefesi, bir şeylere anlam yüklememekle alakalıdır aslında. Anlamsız hâli de güzelken, anlam aramak kendi anlamını kaybetme riskini getirir çünkü. “Sisifos Söylemi”nde çabanın nafileliğine dikkat çekmişti Camus. Homeros’a göre en bilge insan olan Sisifos, Tanrıları kızdırmıştı bilgeliğiyle. Tanrılar da onu cezalandırmıştı: koca bir taşı dağın tepesine taşıyacaktı ama tam zirveye ulaştığı anda taş aşağıya yuvarlanıyordu. Sisifos, her seferinde büyük bir çabayla taşı tekrar çıkarmaya uğraşıyordu. Kısır döngüydü, evet: ama bundan başka bir yaşamı yoktu Sisifos’un. Çabası nafile olsa da hep aynı şeyi yapıyorsa da bu standarttı ve bu standartlık ne iyiydi ne de kötü. Camus şöyle der: “Mücadele etmek insanın kendi kalbini doldurmasına yeter. Bu yüzden Sisifos’un mutlu olmadığını düşünmeyin sakın.” Sisifos’u hayatın bir metaforu hâline getiren çaba, Camus’un hayat hakkındaki görüşünü ifade eden bir şekilde. Nafilenin bilincinde olan insanın çabasıdır bu: her şeyin anlamı kendi içinde aranmalıdır: sevap için iyilik yapılmaz, kötülükten kaçınmanın sebebi günah değildir, iyilik, iyiliktir: kötülük kötülüktür. Hiçbir kavramın ve olayın yan dayanaklara ihtiyacı yoktur… Camus, daha 48 yaşındayken bir otomobil kazasında hayatını kaybettiğinde yıl l968’ti. Biz onun bu yaşam felsefesini, içine düştüğü duruma karşı bir kontra yumruk çıkmak için mi yaptığını bilemeyecek: buna gerçekten inanıp inanmadığına karar veremeyeceğiz. Her ne kadar “Anlam arama” dese de bu sonuca ulaşmak için anlamsızlıktan şikâyetçi olmak gerek… Bize düşen, Yabancı, Sisifos Söyleni, Veba ve Düşüş gibi klasiklerini defalarca okumak artık…
Kaynak: Akşam Pazar
Etiketler: Albert Camus, Varoluşçuluk, Sisifos Söyleni