Balıkçılıktan bankacılığa
(Yazar: Ömer Yılmaz, İçerik Fabrikası)
İskoçya’nın beş yüz mil kuzey batısında yer alan İzlanda…
Büyük finansal deneyimler hakkında hiçbir fikirleri yokken gözlerini Wall Street örneğine dikip “biz de yapabiliriz” der İzlandalılar ve kısa süre için bile olsa yapabilir gibi görünürler. 2003 yılında üç büyük bankasının varlıkları birkaç milyar dolarmış ve bu rakam ülkenin gayrisafi yurtiçi hasılasının %100’ü civarındaymış. İzleyen üç yıl içerisinde bankacılık varlıklarını 140 milyar doların üzerine çıkarmışlar. Bankacılık sisteminin insanlık tarihinde görülen en hızlı genişlemesini yaşamışlar.
2003-2007 arasında ABD borsasının değeri ikiye katlanırken aynı dönemde İzlanda borsasının değeri 9 kat artmış. 2006’ya gelindiğinde her bir İzlandalı aile 3 kat daha zenginmiş ve bu zenginlik şu veya bu şekilde “yeni yatırım bankacılığı” sektörüyle bağlantılıymış. İzlanda üniversitelerinde balıkçılık ekonomisi bölümünden, Para Ekonomisi bölümüne geçişler hızlanmış. Mühendislik ve fen fakültelerinde finansal mühendislik derslerine başlanmış.
Mart 2006’da Bloomberg haberlerinde başlık şöyleymiş: “İzlandalı Milyarder İş Adamı “THOR” Hedge Fonuyla ABD’ye Meydan Okuyor”. Ne var ki küresel finans tutkusunun olumsuz yanı olduğunu kısa sürede anlamışlar. Küresel ölçekli yepyeni üç bankaları batınca 300.000 İzlandalı, bankacılık sektörünün 100 milyar dolarlık zararının sorumluluğunu taşıdıklarını anlamışlar. Artık her İzlandalı kadın, erkek, çocuk yaklaşık 330.000 dolar borçlu hale gelmiş. Tuhaf döviz spekülasyonlarından ve borsalarının da çöküşünden kaynaklanan borçlarda cabasıymış. Finansal deliğin dolar olarak ne kadar olduğu tam bilinemiyormuş bile. Çünkü borç, genel olarak istikrarlı olan ancak bu dönemde tamamıyla değersiz hale geldiği için piyasadan kalkan İzlanda Kronu’na bağlıymış.
İzlandalılar birden bire GSYİH’larının %850’si tutarında bir borç yığınıyla baş başa kalmışlar. Üç İzlanda bankasının herbiri ülkenin kaldıramayacağı bir yükle batmış. Üçü bir araya geldiğinde zarar öylesine oransız bir hale geliyormuş ki hesaplamak bile anlamsızmış. Genç siyah kıyafetli borsacılar yeni yaptırdıkları cam plazalar ve onların arasındaki sokaklarda havalı havalı dolaşırken, aşırı değerli Kron yerine, Yen, İsviçre Frangı gibi dövizleri kullanarak evler, Range Rover’lar almışlardı. Kron değerlendikçe döviz alım satımlarından bile para kazanıyorlarmış. Kron değerini yitirdiğinde ise 1,500.000 dolar ipotekli 100.000 dolarlık evler ve 100.000 dolar tutan krediyle alınmış 35.000 dolarlık Range Rover’larla baş başa kalmışlar. Range Rover sorununa kabaca iki çözüm üretmişler. Ya yükleyip gemiye Avrupa’ya nakledip değerli bir para biriminden satıyorlar ya da cam binalarla donattıkları caddelerden birinin köşesinde ateşe verip havaya uçuruyorlar, sigorta bedelini alıp, yol alıyorlarmış. Şaka değil o dönemde İzlanda sokaklarında yüzlerce araç bu yöntemle havaya uçurulmuş. Yani ulusal eğlence Range Rover patlatmak diyebiliriz.
Bütün bu süreçler Reykjavik’de kaçınılmaz kıyametin başladığının habercisiydi aslında. İşten atılmalar artmıştı. Hükümet üç aylık kıdem tazminatını zorunlu tutmuştu fakat şubat ayında aniden hükümet düşmüş, Kron yerle bir olmuştu. Range Rover patlayan sokaklarda pek alışık olunmadığı şekilde, bankalarda bulabildikleri kadar dövizi poşetlere doldurmuş çantalı, naylon poşetli takım elbiseli insanlar koşturmaya başlamıştı. Her şeyi ithal eden ülkede bir şey almak imkansıza yakın hale gelmişti.
Aslen şair olan başbakan çözüm olarak Avro’ya geçileceğini, Kron’un artık var olmayacağını, Kron olmayınca yerel paranın istikrarını korumak ve faiz oranlarını denetlemek için bir merkez bankasına ihtiyaç olmayacağını düşünmüştü. İzlanda halkına özgürlük bahşetmeye başlamış, her türlü devlet denetimini kaldırmış, vergileri azaltmış, sanayiyi özelleştirmiş, ticareti serbestleştirmişti, zaten 2002 yılında bankaları özelleştirmiş olan şair başbakan kendisini, gerek olmadığına ve kapatılması gerektiğini düşüneceği Merkez Bankası’nın başkanlığına tayin ettirmişti.
Paraya para demedikleri dönemde şişirilmiş değerlerle kendi aralarında varlık alışverişi yaparak sahte sermayeler yaratmıştı İzlandalılar. Uluslararası yatırımları bile anlamsızdı. İngilizlerin 1907 yılında kurulan Singer and Friedlander bankası, hisse senetlerinin %9’unun toplandığını fark ettiğinde, toplayan firmayla irtibata geçmeye çalışıyor. Muhatap bulamayınca ve toplamda hisselerinin %19,5’inin toplandığını fark ettiklerinde, varlığından bile haberdar olmadıkları Kaupthing bankasıyla görüşmek üzere genel müdürlerini İzlanda’ya gönderiyorlar. Genel müdür döndüğünde hayretler içerisinde Avam kamarasında şunları anlatıyor: “Çok farklılardı, işlerini çok tuhaf bir biçimde yönetiyorlardı. Herkes inanılmaz genç ve deneyimsiz bir de aynı camiadandı ve yaptıkları hakkında en ufak bir fikirleri yoktu.”
İzlandalılar bir ara bu başarıyı kendilerine açıklamak zorunluluğu hissediyorlar, bu da çok acayip, tutarlı bir mantık bulamadıklarından olsa gerek şöyle bir düşünce sürecine giriyorlar; onlara göre İzlandalılar doğal olarak üstün insanlardır. Küçük ve uzak bir ülke oldukları için doğal yeteneklerinin kendileri ve dünya tarafından anlaşılması ve kullanılması 1.100 yıl almıştır ama şimdi devran dönmüş ve haksız dezavantajları ortadan kalkmıştı. Cumhurbaşkanları İzlandalı bankacıların dehasını yurt dışı seminerlerde şöyle açıklıyormuş: “Mirasımız ve eğitimimiz, kültürümüz ve iç paramız değerli bir avantaj oluşturdu” diyor ve bu avantajların dokuzunu sıralıyormuş. Sonunda ise İzlandalıların başkaları için bir tehdit oluşturmadığını ekleyerek konuşmasını sonlandırıyormuş.
Sürekli olarak İzlandalı iş adamlarına ne kadar akıllı oldukları söylendi. Hızları ve hızlı karar alma yetenekleri övüldü, aslında hepsi cehalettendi. İzlanda bankacılık tarikatına katılmak için İzlandalı olmaya bile gerek yoktu. Alman bankaları 21 milyar dolar yatırım yapmış. Hollanda 305 milyon dolar, İsveç ise 400 milyon dolar yatırabilmiş. Göz kamaştıran yıllık %14 getiriye İngiltere 30 milyar dolarla iştirak etmiş. Bunun 28 milyar doları şirketler ve kişilerden, kalanı ise emeklilik fonları, hastaneler, üniversiteler ve diğer kamu kuruluşlarından gelmişti. Tek başına Oxford 50 milyon dolar batırmış o dönemde, bu balıkçı adasında…
Balıkçıların bir anda nasıl bankacı olup, finans piyasalarında spekülasyon yapmaya cesaret ettiklerini gördük kısaca. Aslında cevap “Tam olarak ne yaptıklarını bilmemeleriydi.” Fakat tüm cehalet ortamlarının sonucu gibi; para, ne yaptıklarını bildiklerine ikna olmalarına sebep oluyordu. Doğru yapıyoruz zannediyorlardı garipler. Bu hep böyle değil midir zaten, bizlere de pek bir tanıdık gelmiyor mu bu düşünce tarzı?
Kesin İflas Tarihi: 6 Ekim 2008
Doğal Kaynak: Sıcak kaynak suları (Ülke ısınmasında ve sıcak su olarak kullanılıyor)
Üretim: Balıkçılık
İthalat: Sıcak su ve balık hariç herşey
İhracat: Balık
Toplam dokuz civarında soy ismi olan bir ülke İzlanda, hepsi doğuştan aynı kiliseye bağlılar, soy isimleri genelde aynı olduğu için rehberleri bile önce ad sonra soyadı olarak düzenlenmiş bir ülke. Şimdi ise, halkını 12. yüzyıl ve 13. yüzyıl İzlanda destanlarının anlatıldığı garip müzeler ve efsanelerle ayakta durmaya çalışıyor. Viking ruhu, Rahibe Katrin adında tanrıtanımazın bir kadının kazıkta yakıldığı, katolik bir rahibin başının kesildiği heykellerin olduğu müzelerle aktarılıyor insanlara. Kim bilir bu seçilmişler ordusu ülke, “bir 1.100 yıl daha bekleriz” kafasına getirilir bir ara.
Bir savaş ve kahramanlıklar tarihi yazmışlar kendilerine ve bunun arkasına saklanmış, balıkçıların yaşadığı bir ülke(?) kalmış ellerinde. Yazarın bu bölümle ilgili son notu muhteşem: “Sahte bir refah yaratmak için çok fazla borçlanırsanız geleceği bugüne ithal edersiniz. Gerçek gelecek onun tuhaf silikon bir versiyonuna benzemez. Kaldıraç etkisi gerçekten kazanmadığınız bir refahı kısa süre görmenizi sağlar.”
İzlandalıların ithal etmeye kalktıkları gelecek şimdilerde övündükleri geçmişlerinin ihtişamına pek de benziyor değil mi? Görünen o ki hepsi ellerinde patlamış durumda. Hayal kurmak güzeldir, masum bir duygudur da aslında. O hayallere ulaşmak için çok çalışmak ve en önemlisi gerçekten bilmek gerekir. Teknolojisi hakkında en ufak fikriniz olmayan bir nükleer santrali hayal edebilirsiniz mesela. Yapmanız gereken o teknolojiyi üretecek bilgi ve donanıma sahip olmaktır sadece ve bu zaman alır maalesef. Bunun yerine yarın savaşa girme ihtimaliniz olan bir ülkeden, büyük bir hayranlık içerisinde, kaçıncı nesil bile olduğunu anlamadığınız bir teknolojiyi borçlanarak satın alırsanız işte buna bundan böyle “İzlanda Gafleti” diyebiliriz. Bu korkunç bir cehaletler silsilesini başlatabilir. Sonlanmış teknolojik hayallerle, örneğin araba yapma sevdasıyla sadece cahil cühela kandırılabilir. Yolda giden bir at arabasının teknolojisi bile 1 beygir gücündedir ve muazzam tasarım harikası bir varlık tarafından güç verilmektedir, emin olun bugün bir otomobil teknolojisinden daha karmaşıktır. Bunu yapmaya yüreklenmek yerine, onlarca yıldır Almanya’nın, Fransa’nın, Japonya’nın, Çin’in yapmaya çalıştığı nükleer santrallerin soğutulması konusunda inovasyon çalışmaları başlatmak daha mantıklıdır. Adamlar sürekli bunlar için ödüller koyuyorlar. Ha bilmiyorsanız söyleyeyim evet nükleer santrallerin en büyük problemi soğutulması konusudur, yani ısınınca patlar. Patlayınca da herkes kendi ölüsünü yıkamak zorunda kalır, belki de haklı olunan tek yer burası olabilir.